BEATRİCE ’e NE OLDU?
Yıllar evvel yazmıştım Beatrice’ in öyküsünü. Yazmış ve karşısında dakikalarca kalakalmıştım bilgisayar ekranının. Okuyordum sonra bir sigara yakıp tekrar okuyordum zira böyle bir yazıyı yazdığıma inanamıyordum. Çok etkilenmiştim Beatrice adlı bu küçük ve gizemli kızın öyküsünden. Ben yazdığım halde inanamıyordum evet çünkü her ne kadar yazan benmişim gibi görünüyor olsa da aslında onlar kendilerini yazdırıyor benim ellerimi ve parmaklarımı kullanarak. Ben de yazı oluşurken okuyor, okurken tanıyorum onları. O vakitler yazdıklarım arasında en etkilendiğim karakterdi, Beatrice ve onun sirkte süren yaşamı.
Hırsız girdi bir gece eve. Çaldı bilgisayarımla çantamı. Kahroldum. Çantada sağlam para vardı, marka patent başvurusu için çekmiştim bankadan aksi gibi ama onca para, bilgisayarımla giden yazılar ve fotoğraflar kadar koymadı. Anılar dolusu fotoğrafla bir daha asla kendini yazdıramayacak öyküler uçup gitmişti benden. Evde çok kıymetli de birkaç sanat eseri vardı keşke onlardan birini alsaydı bilgisayarımı almasaydı diye söylenir dururum hala. Hayatımın en güzel anılarıyla en güzel öyküleri bir hırsız marifetiyle kopup gitti benden. Öykülerin pek çoğunu hayal meyal hatırlıyorum, bazıları tamamen silindi zihnimden ama Beatrice ‘i hiç unutmadım. Sirkte doğmuştu Beatrice. Babasıyla yaşıyordu çünkü annesi sirkte gösteri sırasında bir kaza geçirip ölmüştü Beatrice henüz bebekken. Beatrice annesinin yarım yamalak, silik anısıyla ona hasret geçen çocukluğunda gerek babasının ilgisi ve şefkati gerek sirkteki büyük ailenin göz bebeği, biriciğiydi ve herkes elinden geleni yapıyordu annesizliğini hissettirmemek için ufaklığa. Annesi çok genç yaşta başarılı bir jimnastikçiyken sirke seyirci olarak gelip babasına âşık olmuş ve her şeyi ardında bırakıp sirke yerleşmişti. Beatrice bu muhteşem aşkın meyvesiydi ve üçü mutluluğun doruğunda birkaç sene geçirmişlerdi birlikte. Fotoğrafların da yardımıyla Beatrice annesiyle ilgili birkaç şeyi, misal cildinin yumuşaklığını, kokusunu, ipek kumaşın havada süzülüşünü çağrıştıran sesini, onunla uyuyup uyanışını taze tutuyordu zihninde. Ona anlattığı masalları, oynadıkları oyunları, ipe çamaşır asarken çamaşırlarla dans edişini, saçlarını tararken söylediği şarkıları, prova yaparken o muhteşem vücuduyla nasıl da en zor performansları çocuk oyuncağı gibi rahatlıkla ve bir yanağındaki gamzeyi çağıran tebessümle sonlandırdığını unutmuyordu. Annesinin onu çok sevdiğini biliyordu Beatrice, kısa da olsa derinden yaşamıştı bunu. Çok özlüyordu o duyguyu. Kiliseye ilk gittiğinde hemen günah çıkarmak istediğini söylemişti papaza da sen günah çıkarmak için çok ufaksın senin yaşındaki çocukların günahı olmaz diye geri çevrilmişti. Daha sonra aynı papazı sirkte gösteriyi izlemeye geldiğinde bulup ona, “ben Allah’a inanmıyorum o benim annemi aldı, günahsa günah umurumda değil, eğer ona inanmamı istiyorsa hemen annemi geri versin” dediğinde papaz ona; annesi ölen tek çocuğun kendisi olmadığını, o kazadan sakat kalarak kurtulsa belki çok daha büyük acılar çekeceklerini söylediğinde kızması gerekenin Allah değil, kazanın kendisi olduğunu idrak edip içine doğduğu ve onun tek bildiği hayat olan sirke öfke duymaya başladı. Öfkesi Beatrice’le birlikte büyüdü. Bunları çok net hatırlıyorum da annesi trapezci miydi yoksa cambaz mı o kısmı pek hatırlamıyorum. Lakin Beatrice ‘in kumral dalgalı saçları arasından bakan iri zeytin tanesi gibi gözleriyle Ordu Ünye fındığını andıran güzel burnunu hiç unutamıyorum. Hele elleri, o ince uzun parmaklı narin elleri. Bir ara piyano çalıyordu. Küçükken sirkteki müzisyenlerden öğrenmişti ama büyüyüp aklı ermeye kendine hayat planları yapmaya başladığında çok sevdiği halde bırakmıştı piyano çalmayı çünkü o kadar güzel çalıyordu ki böyle giderse doğal olarak bu onun görevi oluverecekti ama o sirkin dışındaki hayatı merak ediyordu. Annesinin babasını bulduğu gibi sirkte birine gönlünü kaptırmak da istemiyordu çünkü sirkin dışında başka yerlerde kök salası vardı. Belki annesi gibi olmak ya da başka bir trajedi yaşamak istemiyordu kim bilir? O alçak hırsız çalmasaydı öykünün bu kısmına da hâkim olabilirdim ama hep puslu buralar. Polis çağırdım eve hırsızın peşinden, bekledim parmak izi alsınlar da yakalasınlar adamı diye, elimdeki güvenlik kamerasına yansıyan resimleri çoğaltıp civar karakollara bıraktım. Her gittiğim karakolda eşkâlini taradım koca koca kalın mı kalın deri ciltli defterlerde saatlerce ama sırra kadem bastı alçak herif. Ne çok şekilsiz, gözünün feri kaçmış, hani at hırsızı desem abartı sayılmayacak türden, gündüz gözüyle bile insanın tüylerini ürpertecek tip görmüştüm o defterlerde. Çalıntı mal alan Dolapdere esnafı ne veriyorsa beş misli para vereceğimi yüksek sesle birkaç kez tekrarladım karakolda da belki uçururlarsa teklifimi malum şahsın kulağına, getirip bir yere bırakır ben de zarf içinde ücreti kendisine takdim ederdim memur arkadaşların yardımıyla ama tüm bu çabalarım beyhude bir çırpınışa dönüşüp zihnimden uzun süre çıkmayacak yüzlerce hırsız eşkaliyle son buldu. Gitti anılarım öykülerimle beraber. Merak ediyorum kendilerini yazdıran öyküler, seçtikleri benden çalındıklarının farkındalar mı ve eğer farkındalarsa ne hissediyorlar? Benim kadar üzülüp merak ediyorlar mıdır?
Babasına sirkte çalışmak ve yaşamak istemediğini söylediğinde Beatrice, babasının hüznü çok dokunmuştu hiç unutamıyorum, içime evlat acısına benzer gam düşmüştü. Ama bir genç kızın geleceğine dair seçimlerine saygılı olmak da gerektiğinden o kısmı okurken sanki ikiye bölünmüştüm. Sadece yazanı olarak müdahale edemediğimden Beatrice için en iyisini temenni etmekle yetindim, anasına hasret ve ondan farklı bir kader arayışındaki bu güzel çocuğun daha fazla acı çekmesine dayanamam. Keşke ona dışardaki dünyanın nasıl bir zulüm olabileceğini anlatabilme şansım olsaydı. Onu çok iyi anlamakla beraber sandığının aksine sirkin belki de dünyadaki en korunaklı yer olduğunu söyleyebilmek öyle isterdim ki. İster ipte yürüyerek ister ateş çemberinden geçerek, aslanın ağzına kafasını uzatarak veya bıçakların önünde hedef durarak her koşulda dünya üzerinde en korunaklı yerin sirkler olduğunu anlatabilmek isterdim ona. Elbette insanın kendi tecrübe ettiğiyle başkasından duyduğu eşit gelmez terazide bilirim ama içim de elvermez ki o narin canını yakmasına zalim dünyanın.
Geçenlerde mahallenin polis karakolundan aradılar, hakkımızda şikâyet varmış. Telefonda detay veremezlermiş oraya teşrif edecekmişim. Neyse merak ve biraz da telaş ile vardım gittim fazla uzatmadan. En son hırsızın eşkalini bulma umuduyla yıllar evvel geldiğim bu karakoldaki ufak birkaç mimari değişikliği fark ettim önce. Sonra adımı ve telefonla çağrıldığımı söyleyince baştan aşağı iki polis memuru tarafından yapılan göz taramasından sonra, beklemem için uygun yere oturtuldum. Biri hala gözü üstümde taramayı sürdürürken telefonla haber verdi telefonun öbür ucundakine. Yaklaşık 15 dakika öylece bekledim, beklerken boş durmadım tabi duvarları, tavanları, alçıpanları, gıcırdayan kapıları, kapı kollarını, yer karolarını, masayı, oturduğum sandalyeyi karşımdaki sandalyeyi, yanımdaki sandalyeyi, masa üstündeki kalemliği, içindeki kalemleri, kalemlerin sayısını … o sırada iri yarı sivil giyimli bir bey siz dedi, 8 dedim. Anlamadım dedi, kalemlikte dedim 8 kalem saydım da az önce. Pardon evet benim, beni çağırmıştınız o nedenle buradayım dedim. Buyurun sizi şöyle alayım, ifadenizi alacağız lütfen takip edin dedi. Mecbur düştük peşine, e kanunlar karşısında boyun kıldan ince de konu ne? Neyse girdik daha arkalarda bir odaya, ben dedi iri yarı adam kaçakçılık şubesinden polis memuru Hasan lütfen size soracağım sorulara net ve doğru cevap verin. Bir kez daha şaşırdım, açıkçası oraya gelirken alt komşum Maide Hanımın müziğin sesini biraz fazla açtığım için şikayetçi olduğunu tahmin ediyordum. Şaşkınlığım kalp ritmime anında yansımıştı işte. Peki dedim, sakin görünmeye çalışarak, buyurun sorun ama sanırım beni biriyle karıştırıyorsunuz zira benim kaçakçılıkla pek ilgim yok, neyse biz başlayalım zaten yanlışlık olduğunu siz de göreceksiniz.
Polis memuru Hasan önündeki bir şeyler yazdığı kâğıttan başını kaldırmadan gözleriyle bakıp; lütfen sadece sorulara cevap verin, dedi daha sert bir tonla.
Adresinizi söyler misiniz, söyledim.
Kaç yıldır bu adreste oturuyorsunuz? Anlattım.
Yalnız mı yaşıyorsunuz? 4 kedimle beraber.
Uzun süre sizinle kalan bir yakınınız veya arkadaşınız oldu mu son dört, beş senedir? Hayır en çok birkaç günlüğüne misafirim oldu
Bakın hanımefendi, son beş yıldır İnterpol’ün aradığı kayıp bir çocuğun sizin evinizde ikamet ettiğine dair bir ihbar aldık. Biz de bu kişiyi birkaç yıldır İnterpol’ün talimatıyla arıyorduk İstanbul’da ve bunca yıldır ele geçen en somut delil bu kişinin sizin adresinizde yaşadığını gösteriyor. Birazdan savcı bey burada olacak. İsterseniz ifadenizi ona da verebilirsiniz ama şu an başka bir ekip evinizde arama yapmak üzere yola çıkmış durumda. Arama neticelenene kadar sizi burada misafir edeceğiz, yargılama konusuna savcı bey karar verecek. Muhtemelen tutuklu yargılanacaksınız.
Az önce dert ettiğim bozulan kalp ritmim artık bir sorun olmaktan çıkmıştı neredeyse çünkü şokun etkisiyle atmayı bırakmıştı. Soğuk terlerin şakaklarımdan süzülüşünü hissedecek kadar hayat belirtisi gösterdiğime seviniyor ama konuşamıyordum, öylece donakalmıştım. Beş yıldır İnterpol’ün aradığı kişinin benim evimde ne işi var? Biraz gücümü toparlayıp zar zor konuşturdum kendimi; bakın bir yanlışlık var, ben kedileriyle yaşayan biriyim benim dışımda evde iki ayaklı başka kimse yok. Evimi aramak da neyin nesi? Ama arasınlar tabii, her yere baksınlar çünkü kimse yok hahhaa delirmişsiniz siz, evimde birini saklıyorum ve bundan haberim yok öyle mi? İnterpol’ün dahil olduğu kolektif bir manyaklığın tam ortasına düştüm ne şans, keşke bir piyango bileti alsaydım. Almayana çıkmıyor ki bu meret, al işte oh olsun bana, almazsam bileti, şans döner dolaşır bir uluslararası çılgınlığın merkezine oturtuverir böyle. Allah’ım neyin içine düştüm ben?
Hanımefendi diye durdurdu polis memuru Hasan, savcı bey geldi. Lütfen sakin olun ve ifadenizi verin kendisine, yanlış söyleyeceğiniz her şey yatarınızı arttırır, benden size tavsiye.
Oturduğu yerden kalktı benim de kalkmamı ve peşinden gelmemi işaret eden bir hareketler yaptı bense iyice kendimden geçmiş, şuurumu yitirmeye ramak kalmış halde peşine düşüp izledim onu. Bir odaya girdik, tam gördüğüm ilk sandalyeye kendimi bırakacakken polis memuru Hasan; savcı beyin karşısında lütfen ayakta durun dedi. Ayakta duracak hal mi bıraktınız diye çığlık atmak istedim ama yapamadım, içi boşaltılmış, üstümdeki giysileri taşıyan bir askıya dönmüştüm.
Oturabilirsiniz dedi, savcı. Olduğum yere çöküverdim. Çökmemle ağzımdan kelimeler dökülüverdi, kelimeler döküldükçe savcı hiddetlendi ve benim sorularıma cevap verin dedi, sustum.
Ülkemizde olduğu bilinen ve beş yıldır aranan 15-16 yaşlarında bir çocuk daha önce İstanbul Elmadağ postanesinden ailesine iki ayrı mektup yollamış. Pul ve damga buraya ait, el yazısı da aile tarafından teşhis edilmiş çocuğa ait olduğuna dair raporlar var. Geçenlerde bu kızın bulunması için bir kampanya başlatıldı ülkesinde, ülkemizde de haberlerde yayınlandı görmemiş olamazsınız.
Hayır şu an sizden duyuyorum, pek televizyon izlemiyorum.
Neyse, çocuk Türkiye’de olduğunun tespit edildiğini fark etmiş olsa gerek ve izinin kaybedileceği zannıyla bu sefer bir e posta yollamış kampanya yetkililerine durumunun iyi olduğunu, merak etmemelerini üzülmemelerini, dünyayı gezdiğini ve bir süre daha devam edeceğini yazmış bu sefer. E postanın yollandığı IP adresi size ait olduğunu gösteriyor. Bu konuda savunmanız nedir? Neden alıkoyuyorsunuz çocuğu? Derdiniz ne sizin?
Acaba bahsini ettiğiniz çocuğun adı nedir savcı bey?
Size sormalı ve zaten burada soruları ben sorarım, adı ne çocuğun?
Beatrice olabilir mi?
Bravo, insanın yıllardır sakladığı birinin adını bilmemesi nasıl mümkün olur ki zaten? Derhal tutuklayın, yargılamaya tutuklu devam edilecek.
Memur Hasan soğuk ağır kelepçeyi geçirirken bileğime kulağına uzandım, evde miymiş Beatrice, nasılmış iyi miymiş?