12. yılında Gezi ve Esila 'nın "Mapus Bakışı"
Son sivil darbeyle gençlerin umutsuzluğa gark olmuş öfkesi yine sokağa taştı. Üstüne ölü toprağı serilmiş, işlevsiz, kifayetsiz ana muhalefet uzun yıllar sonra ilk kez, gençlerin öfkesinin 25 yılda yaptıkları siyasetten çok daha politik bir hareket olduğunu kavramış gibi görünse de, 12. yılını andığımız Gezi isyanının peşinden olduğu gibi hükümet lehine sönümlendirmesi tehlikesi de ihtimal dahilinde. Her 10-15 senelik döngülerde halk hareketlerinin, örgütlenmenin önemini ve örgütlü kitlesel eylemlerle parlamentodaki siyasi partilerden çok daha etkili bir güç olduğumuzu görüyoruz aslında.
Geçenlerde maalesef büyük çoğunluğun muhalif olduğu zannıyla izlediği kanallardan biri olan Sözcü’de izleme imkanım oldu 19 Mart darbesi ardından tutuklanan gençlerden biri olan Esila Ayık söyleşisini. Cezaevinde 37 gün tutsak edildikten sonra ona ve diğerlerine yapılan büyük haksızlığa karşı gösterilen mücadeleler sonunda serbest kaldı Esila. Dinlerken çok şaşırdığım detaylar oldu. Misal ben Esila’nın sol-sosyalist bir siyasi partinin gençlik kollarında örgütlü bir genç olduğunu düşünmüştüm. Meğer ilgisi yokmuş, iki yıldır Belçika’da eğitim görüyormuş ve İstanbul’da tesadüfen olayların olduğu tarihlere denk gelip sokağa direnişe dair fotoğraflar çekmek üzere çıkmış. Gezi’den bu yana sanırım en büyük farklardan biri bu olsa gerek, evvelden örgütlü gençleri hedef alırdı hükümet şimdi artık örgüte bile bakmıyor. Program moderatörü Özlem Gürses hapse girmeden öncesi ve sonrasına dair sorular sorduğunda Esila o süreçte nelerden çok etkilendiğini ve bu söyleşide özellikle bu konuya dikkat çekmek, bizleri haberdar etmek istediğini söyledi; suça teşvik edilen çocuk ve gençlerin çok fazla sayıda olduğundan bahsetti. Bu 37 günlük süreçte birçok çocuk yaşta tutsakla karşılaştığını onların hikayelerini dinlediğini ve çok etkilendiğini, konuyla ilgili notlar tuttuğunu ve bunları kitaplaştıracağını söyledi. Çok önemli toplumsal bir yaraya değindi, cezaevinden haber verdi. Ardından Özlem Gürses “arkadaşların da seni çok özlemişler nasıl da boynuna atlıyorlar bak” diye bir cümle kurup akışın yönünü değiştirdi. Zülfüyare dokunmadan muhalif olduğunu iddia edenlerle bir kamerayla, bir vinç önünde inatla ağaçlara siper olmakla hakiki ve etki gücü hayli yüksek olanları artık fark edebiliyor olmalıyız bunca zaman ve tekrardan sonra. Bir boykot eylemi vardı ne oldu? Kim yapıyor her ayın 9’u 19’u 29’u boykotunu? Kim hala boykot listesindeki mekan ve markalara elini sürmüyor, adımını atmıyor?
Gezi’yi anmaktan en azından benim jenerasyonum asla vaz geçmeyecek sanırım. Gezi benim yaşarken oluşumuna tanık olduğum tek bayram. Hüzün de var elbette, nasıl olmasın ki hayatını, gözünü, kolunu, sevdiğini, işini kaybedenlerin çok olduğu bir hadise nasıl bayram olur, değil mi? Gezi bayramdır çünkü bir ütopyanın mümkün olabileceğini gösterdi bize. Irksız, sınıfsız, eşit ve adil bir komün olabileceğimizi gördük orada her gün. Her güne başladığımda “acaba öldük de cennete mi doğduk” diye kendimi çimdiriyordum gördüklerimin şahaneliğinden büyülenmiş vaziyette. Bir lubunya ile islamcının aynı çadırda kitap okuduğu, bir ülkücüyle Kürt’ün polis saldırısında birbirini kolladığı, tan vaktinde bir grubun çöp poşetleriyle ortalığı pırıl pırıl temizleyip uzun masalar hazırlayıp ev fırınlarından henüz çıkmış kek ve poğaça kokularıyla geceden kalan gaz kokusu eşliğinde iştah açıcı uzun sofralarda güne başlarken tek bir kişi yoktu kederli veya kaygılı. Muhteşem bir bütünün parçalarıydık arada sırada ayrılıp sonra tekrar aslına dönen. Bırakın o güne kadar farklı inanç veya ideolojilerin ayrıştırması sonucu asla birbiriyle yan yana gelmez sanılanlardı en çok kenetlenen, birbirimizi farklılığımızla tamamlıyor dolduruyorduk sanki. Bugün yaptığı konuşmada Erdoğan 25 yıllık iktidarı sürecine dair “Gezi kalkışması olmasaydı Türkiye çok başka bir yerde olurdu” dedi. Evet otokratların en korktuğu şey olsa olsa bayram olur öyle değil mi? Gezi benim milli bayramım.
Gezi’yi elbette Sırrı Süreyya Önder ‘den ayrı düşünmek mümkün değil. Bu sebeple onu da anmak isterim. Keşke Florence Nightingale ‘den yürüyerek çıksaydı, ben de onu anmak yerine Gezi direnişinin fişeğini yaktığı için şükranlarımı ve sevgilerimi iletiyor olsaydım. Sırrı Süreyya’nın ruhu sindiği için o büyülü, inanılmaz, ütopik durumların mümkün olduğunu düşünüyorum. Zira adıyla müsemma yıldızlara mahsus bir sırra haizdi o, aksi bana pek mümkün görünmüyor. Bunca zor ve vahşetle karşılaşmış birinin insanlığa karşı hala şefkatini, inceliğini zerre kaybetmemiş olması bana pek dünyevi gelmiyor. 1 Mayıs eylemleri için Taksim’de toplanma imkanı bulamayan 12 yıl önce Gezi’de gaz arkadaşı olmuş kim varsa hatta daha da fazlası Taksim’deydi uğurlamaya. O bir siyasi suikaste kurban gitmedi, bir tarikat, cemaat lideri değildi, bir örgütün lideri bile değildi ama ülkenin batısından doğusuna her eve matem düştü, imkan bulan Taksim’e geldi onun için. Ancak onun bilgelik dolu sırlı ruhu toplayabilirdi onca kalabalığı. Tıpkı Gezi ‘de olduğu gibi. O huzura kavuştu, biz sırrımızı yitirdik. Şimdi hep beraber önümüzdeki boykotlara, eylemlere, örgütlenmelere ve allı turnalara bakalım.