Bir Aqsa Rüyası
... Kim bilir, binyıllardır ruhumuzda yer etmiş mitolojik, dini, tarihi her tür bağı koparıp özgürleşme zamanı gelmiştir artık kutsal saydığımız kör düğümlerden.
Rüyalarınızı hatırlar mısınız? Hatırlayabildiğiniz en eski rüyanızı kaç yaşında görmüştünüz? Size anlatacağım bu rüyayı gördüğümde ben 3 yaşından büyük değildim. Tam olarak kaç yaşındaydım bilmiyorum ama kesinlikle 3 yaşından ufaktım çünkü henüz kardeşim doğmamıştı. Unutamıyorum, çünkü beni hayatımda bu kadar etkileyen çok az şey oldu. Bugün bile anımsadığımda aynı dehşeti yaşıyorum. Hatta her aklıma geldiğinde biraz daha yoğun hislerle. Çünkü o yaşta hiçbir bilgiye sahip olmadan bile kemiklerime kadar hissettiğim o rüyanın önemini kavramam için büyümem gerekiyormuş. Böylece birazdan anlatacağım rüya, yaşantımda güncelliğini hiç kaybetmediği gibi her geçen yıl ilk günkü dehşeti taze tutacak yeni olaylarla kendini biraz daha unutulmaz kıldı.
Bir çöldeydim rüyamda. Göz alabildiğince geniş, sonu olmayan bir çölün ortasındaydım. Ne tarafa gittiğimi bilmeden, bir çıkış bulma umuduyla yürüyordum, sadece yürüyordum ve kum kütlesinden başka hiçbir şey yoktu etrafta. Güneşin yakıcı sıcağı bir yere oturup uzanmamı imkansız kıldığından yürümekten başka şansım da yoktu. Toz bulutları zaman zaman yoğunlaşıyor sonra azalıyordu ve bu belli bir istikamette ilerlediğimden şüphe etmemi sağlıyordu. Umutsuzca yürüyordum. Bir yudum suya öyle ihtiyacım vardı ki, dudaklarımda susuzluklan oluşmuş çatlaklara giren kumlara engel olamıyordum. Elimle yüzümü temizlemeye çalıştım ama faydasızdı, sadece daha çok canımı yaktı kesiklerdeki kum taneleri. Tek istediğim gölgesine oturacak bir yerde biraz dinlenip soluklanabilmekti ama çaresizce yürüyordum. Belki bir ses duyarım veya bir ağaç görürüm umuduyla yürüdüm durdum. Bedenim sıcağı iliklerime kadar hissediyordu, kaslarım da yorgunluğu. Şaşılacak derecede bir hakikat içindeydim ve yaşım kesinlikle rüyayı gördüğüm yaş değildi. Ama bunlar rüyada beni düşündürmüyor hatta aklıma bile gelmiyordu çünkü ben oydum ve sadece orasıydı var olan. En çok üç yaşında bir çocuğun rüyası olduğumdan habersiz saatlerce yürüdüm, belli ki öncesinde de epey yürümüşüm. Üstüm başım toz içinde, aşınmış yırtılmış kumaştan kılığımla, saçlarım rüzgar ve kumla dolaşmış kaskatı olmuş. Kime ve neye ulaşmaya çalıştığımı bilmeden yalnızca yürüyorum, tek isteğim biraz oturup dinlenmek ve biraz su. Sonra aniden uzakta bişey beliriyor, öyle bir anda beliriyor ki güneşin ışığı parlak yüzeyine çarpıp gözüme batıyor, istemsizce kollarımla başımı saklıyorum gözlerim acıyınca. Yürümeye devam ediyorum ve yaklaştıkça görüntü biraz daha belirginleşiyor. Bu tepesi altın kubbeli bir bina ve ben yaklaştıkça o büyüyor, ben ufalıyorum. Bedenimin her hücresiyle yorgunluğu, susuzluğu, çaresizliği en gerçek ve güçlü biçimde hissetmeme ve sığınacak bir yer bulamadığım takdirde öleceğimi bilmeme rağmen o binanın verdiği his öyle korkunçtu ki ne kenarında bir gölgeye sığınıp dinlenmek ne de içine girip su bulmak istemedim. Ölüm korkusundan daha ağır, tarifsiz bir korkuydu. Hali hazırda umutsuz, fiziken iflas etmek üzere olduğum halde öyle büyük bir korku kapladı ki yüreğimi, onun şiddetiyle dizlerime bir güç geldi ve o binadan hızla uzaklaşmaya başladım. Sonra ter içinde soluksuz kalmış halde uyandım. Ama o dehşetengiz duyguyu asla unutmadım. Kimseye anlatamadım. Ama günlerce içinden de çıkamadım rüyamın. Yaşamım boyu bu rüyanın sırrını çözmeye, nedenini anlamaya çalıştım. Birçok açıdan izahı zor yönleri vardı. Her şeyden evvel dinsel sembollerin bolca karşıma çıktığı dini olayların anlatıldığı veya ibadet eden insanlarla sık karşılaştığım bir hayatım yoktu. Anne ve babamla yalnızca işten sonra beni kreşten aldıklarında vakit geçirebiliyordum. Evde yaşlı bir aile büyüğüyle yaşamıyorduk ne namaz kılan insan gördüğüm vardı ne dini sohbetlere tanıklığım. Belki farkında olmadan radyo veya TV’de denk gelmiş olabilirim en fazla. Çölün neye benzediğini ve nasıl bir hissi olduğunu da annem babam yine TV’de film veya belgesel izlerken duymuşumdur belki. Yine de bu yaştaki bir çocuğun görebileceği bir rüya değildi ve yeterince açıklamıyordu durumu sağdan soldan duyma ihtimalimin olduğu hiçbir şey. Seneler içinde gelişen teolojiye merakımın en büyük sebebi bu rüya olabilir, zira Al Aksa camisiyle ilgisi olan her şey beni hem çok ilgilendiriyor hem meraklandırıyordu. İbrahim’in Ur’dan başlayıp Kudüs’e oradan Mısır’a devam eden yolculuğunu, 12 oğlunun devamında gelen 12 kavmi, sonraki yıllarda koçların, kuzuların kurban edilmesine karşı gelip kendini kurban ederek çarmıha gerilen İsa’yı ve 12 havarisini, sonra Hira mağarasında vahiyler alıp kendi kavmine ileten Muhammed’i araştırıp öğrenme sürecimin tetikleyicisi oldu o rüya. Öğrendiklerimin yanısıra yaşamım süresince Aksa ve çevresinde yaşananların korkunçluğu ise rüyamdaki hislerin perçinleyicisi oldu adeta. O dehşet hep taze kaldı, yangın hiç sönmedi, külleşmedi, hep harlandı hep daha da büyüdü alevler. Dinlerin bile izaha yetersiz kaldığı insanlık dramları hep birbirini izledi. Dinler siyasetle kirlendi, insanlık için değil bir avuç elit için yıkım ve savaş nidalarına evrildi. Aksa belki korkulacak bir yapı değildi ama zamanla insanın hırsı onun altın kubbesinden yansıyan yakıcı güneş ışıklarının gözleri kör edercesine vurmasına yol açtı. Belki de o yaşta bu dehşetengiz hakikatti rüya yoluyla bana malum olan. Şimdi uzaktan acılar içinde o yangını izliyoruz tüm dünya. Göz göre göre masum insanların bir avuç elit için kurban edilişine ölümden beter acılara tanık oluyoruz. Dünyanın ikiyüzlülüğü bizi utanç içinde bırakıyor ve kirli pazarlıkların, gizli ittifakların, paylaşım ve güç savaşlarının ortasında yok edilen canları izliyoruz. O rüyanın dehşeti, hakikati kendini hiç unutturmuyor.