GOY GOYLA BESLENMİŞ ÖZ GÜVENLERİMİZE KUVVETLİ BİR ALKIŞ
(spoiler içerir)
Yaşadığımız çağda çok sık duyduğumuz ama pek çoğumuzun sıkça işitmek dışında derinlerde pek hissetmediği bir sözcüktür “direnmek”. Neden direnmeliyiz, direnmeli miyiz, kime veya kimlere karşı direnilir, direniş bir hak mıdır, direnişçi nasıl olunur, nasıl direnelim, direnmenin sonunda ışık var mıdır … gibi ardı arkası kesilmeyecek sorularlarla konuya farklı pencerelerden yaklaşıp birbirinden ayrı felsefi teorilerle özdeşleştirip bu en basit yaşamsal edimi koca bir teori baloncuğuna dönüştürüp öylece bir yere asıp uzaktan gururla izleyip izletebiliriz. Çünkü ancak isyan edebilen, baş kaldıran, olanla yetinmeyen ve biricik benliğiyle koca bir ordu edasıyla düzen çarkına çomak sokabilenler hayatlarında su içmek, uyumak kadar doğal bir akışta direnir ve bunun ne olduğunu nasıl olduğunu sorgulama tahlil etme ihtiyacı duymaz.
Berkun Oya’nın Netflix’de yayınlanan son yapımı “Kuvvetli Bir Alkış”, bana göre bir direniş öyküsünü hicivleştirdiği mini dizi, bir önceki “Bir Başkadır” ile anlattığı toplumun farklı sınıflarından gelen, kendi sınıfına ait olmaktan memnun ya da mutsuz ama illaki mevcut düzene, kasta aidiyetleri olan insanların kesişen hikayelerine tuttuğu büyüteçle görmemizi sağladığı hakikate ters bir yerden, aidiyet kuramamaktan ve bomboş kutsanan hayatın banalliğine karşı hayatı ve varoluşu tümden reddeden bir direnişi anlatıyor. Bu isyanı oldukça absürt ve gülünç bir dille anlatırken aslında bunu bir sinema dili olarak mı tercih ediyor yoksa içinde yaşadığımız hakikatin çıplak halini başka türlü anlatmak mümkün değil miydi sorusu beliriyor sıkça. Orta sınıf, eğitimli, seküler bir çiftin hamilelik öncesi hazır ettiği çocuk odası ve mama dolu mutfak dolapları yaşamın ne kadar mekanikleştiğini ve aslında nasıl da duygulardan düşüncelerden yoksun ezber hayatlar yaşadığımızı tatlı ve komik bir dille anlatırken izleyiciyi gülerken düşündürüyor mu yoksa sadece gülüp geçiyor muyuz? Doğumu bekleyen Metin’in elinde arda arda yaktığı sigaralarla, tozlu bir depoya benzer ana rahminde annesinin meditasyonlarla kendi gerçeğine ters düşen hayatına uyumlanmak için gösterdiği beyhude çabayı dert ettiğinde görüyoruz bu isyan bilincine çok erken sahip olduğunu. Zaten çocukluğundan beri anne ve babasından daha olgun ve yetkin bir birey olmasıyla aslında tersliğin Metin’de değil çevresini sarmış olan goy goyla özgüveni şişirilmiş, boş beleş varsayımlarla hayatı ve başka pek çok şeyi kutsamayı ezber etmiş, yüzeysel, samimiyetten uzak hatta kendine bile yabancı insanlardan kaynaklandığını ve bu banallik düzeninde varolmama hakkını kullanmanın pek de absürt bir hal değil aksine su içmek, uyumak kadar anlaşılır olduğunu düşündürüyor. Bir ilişkide iki insanın tam dürüstlükle hislerini, düşüncelerini senelerce birbirine dile getiremeyişine hastanede Metin’in annesinden ikinci kez doğumu sonrası annesinin babası Mehmet’in alt bilinciyle yaptığı telefon konuşmasında tanık oluyoruz. Birlikte bir ömür geçiren insanların aslında birbirlerinden ne kadar uzak olduklarına bu mini diziyle sürreal bir senaryo ve kurguyla denk gelmiyoruz yalnızca, pek çok ilişki gerçek hayatta da böyle değil mi?
Zeynep’in hamilelik sürecinde evlerinde misafir ettikleri ve Mehmet’in “doğacak çocukları ya bu iki arkadaşları gibi olursa” endişesiyle kabus görmesine neden olan insanlara benzemeyip tam tersi bir karaktere sahip olarak dünyaya gelmesi bence bu kara komedinin en umut verici yanlarından biriydi. Az da olsa hiç olmamasından iyidir portakaldan gelip yine portakala dönmeyi dört gözle bekleyenler, öyle değil mi?
Her biri muhteşem oyunculuk performansı sergileyen kuvvetli kadroya ayrı, özellikle Metin’in çocukluğunu oynayan Rezdar Taştan ve ergen dönemini canlandıran Eyüp Mert İlkiş’e kuvvetli bir alkış.