TARDU
Onunla yıllar evvel sehpa ararken karşılaştık. Birbirinden güzel ahşap mobilyalar ve oyuncakların olduğu bir dükkana girmiştim Beyoğlu’nun arkalarında bir sokağa. Her obje birbirinden güzel ve insanda dokunma hissi yaratan cinstendi. Bir yandan sorular sorup onu dinliyor bir yandan da her birine tek tek dokunuyor hatta bazen kokluyordum eşyaları o konuşurken. Ağaçları kesip yontmaya kıyamadığı için gövdeyi olduğu gibi kullandığını anlatıyordu. Organik olmayan hiçbir malzeme kullanmadığını, her birini doğal yağlarla cilaladığını ve püskürtmeden, tek tek eliyle sürdüğünü. Büyülenmiş gibiydim. Her şeyi alsam pişman olmayacaktım sanki, hele girişte duran tahta atı. Çocukken ne çok istemiştim öyle bir atım olsun. Baktım olacak gibi değil çıkamıyorum dükkandan, en beğendiğim sehpanın ölçüsünü yazıp bir kağıda eve gittim. Yerime baktım, koltuğumu ölçtüm. Evet uyuyor. Hemen aradım Tardu’yu. Ne zaman müsaitsen getiririm dedi. Bugün müsaitim. Tamam o halde öğleden sonra sende, adresini söyle dedi. Öğleden sonra Tardu bir yardımcısıyla beraber getirdi o koca ağaç gövdesinden yapılmış sehpayı. Beş kat taşıdı sırtında. Sonra çantasından bir alet çıkarıp salonun ortasında ters döndürüp yatırdığı o koca sehpanın boynuz biçimindeki çelik bacaklarının sivri uçlarını törpüledi azıcık, parkeleri çizmesin diye ufak keçe parçaları yapıştırdı. Sonra tekrar ters çevirdi sehpayı. Ona iyi bak lütfen, arada has zeytinyağı ile sil olur mu? Elbette dedim, merak etme gözüm gibi bakarım ona.
Arada çok tanıdık, arkadaş götürdüm Tardu’ya. Çok enteresan bir başkalık vardı halinde. Tasarladığı mobilyalar gibi gövdeli, kullandığı ağaç gibi hamdı katıksız, süssüz, cilasız, boyasız, abartısız. Sanki göründüğünden çok daha büyüktü gölgesi ama o kadar kısa sürelerde görünüyordu ki insan tam da adını koyup tanımlayamıyor bu başkalık nerden geliyordu? Tam Stoa’dan mı acep diye konuyu açmaya kalksan adamın atölyesinde iş beklediği ve asla kimseyi bir dakika bile bekletmediği için bir görünüp bir kayboluyordu. Bir gün kitaplarımı sığdıramayıp evdeki raflara Tardu’yu aradım. Bana kitaplık lazım Tardu. Gelip hemen ölçü aldı ve bana özel bir tasarım yapacağını söyledi. Yaptı da. O kitaplık yıllardır ben nereye gitsem gelir. Şimdi ona uygun duvar olmadığı için ek duvar örüyorum evde misal. O kadar kıymetli ki. Kitaplığın yarısını evimde yaptı malzemelerini getirip. Çok az şahit oldum onun kadar işini severek yapan insana. Hem zevkle hem hızlı çalışıyordu. Hiçbir şeye üşendiğine rastlamadım. Bir gün bir dostun evine azıcık sarhoş gitmişiz, evdeki üç bacaklı taburelerin bir kısmını kırmıştık o kafayla. O kadar utanmıştım ki ertesi gün Tardu’yu aradım. Biraz tarif et nasıl bişeydi dedi. Anlattım. Akşam gel dükkana sanırım Bolu’da bir ustanın yaptığı işi tarif ediyorsun ben sana akşama kadar getiririm dört adet dedi. Hiç üşenmemiş motoruyla Bolu’ya gidip alıp getirmişti. Beni arkadaşıma mahcubiyetten kurtardı ama Tardu’ya olan mahcubiyetim baki kaldı. Pek çok iyi insan gibi o da erken gitti. Bazen düşünüyorum belki de iyi oldu çok sevdiği ve her haftasonunu motoruna atlayıp gittiği Çanakkale, Asos, Babakale’nin, tüm Ege’nin ne durumda olduğunu görmediği için bu erken gidiş. Beyoğlu’nun ne hale geldiğine, insanların nasıl yozlaşıp yobazlaştığına tanık olmadığı için belki de iyi olmuştur. Halinden tavrından dünyayla çok büyük alışverişe girmediği anlaşılıyordu hoş, biz kaldık da ne oldu diye düşünüyor insan gidenlerin ardından.
Tardu, form verdiği ağaçlarda yaşıyor bir nevi. Saf zeytinyağı ile siliyor iyi bakıyorum el emeğine göz nuruna.